31 Ekim 2011 Pazartesi

İthaka


              KRAL ODYSSEUS'UN MEMLEKETİ




       14.07.2010     İTHAKA
   


Hoşçakal Kefalonya
   Feribotun araba ücretini (17.5 €) öğrendikten sonra maceraya atılmaya değmeyeceğini düşünerek biletimizi aldık, İthaki'ye doğru yola çıktık. İyi ki arabayı almışız. İndiğimiz liman sadece birkaç taxinin ve bir otobüs durağının olduğu bomboş bir meydandı ve biz bu adada nerede konaklıyacağımızı bile bilmiyorduk. Adanın merkezi olan Vathy'i sonraya bırakarak kuzeye doğru yolu takip ettik. Sebebi: Ateş'lerin bu adada demirledikleri limanda tanıştıkları, "giderseniz mutlaka bulun" dedikleri Heybeliada'lı Yanni'yi bulma fikriydi. Söyledikleri gibi Yanni bizim yaş gurubumuzda ise hele birde Heybeliada'lı ise mutlaka tanırdık. Yol boyunca şaşırtıcı güzellikteki manzara keyfimizi arttırdı. Frikes köyüne vardığımızda Yanni'nin aşçı olarak çalıştığı Penelope Taverna tam karşımıza çıktı. Yanni'yi bulduk tanıştık ancak kimse birbirini tanımadı, olsun. Kalacak yer konusunda fikrini sorunca bize bir otel adı verdi, akrabaları olduğumuzu söylersek yardımcı olacaklarını söyledi sağolsun. Frikes yolunun tam başında olan otelin resepsiyonisti 100 € olan oda fiyatını 80 € ya indirebileceğini söyledi ve biz oradan hızla uzaklaştık. Daha sonra neden bu kadar şımarık bir rakkam olduğunu anladık. Adanın tam kuzey noktası olan Frikes'te marina vardı ve merkez Vathy'ye de oldukça uzaktı. Üstelik yolboyunca kalacak tek bir yer bile yoktu. "Rooms" tabelalarına durupta bakındığımızda kepenklerin sıkı sıkı kapalı, ini-cini top oynayan binalar olduğunu görüyorduk, üstelik yazın en civcivli zamanı olan temmuz ortasındayız. Tahminimize göre bu apart-oteller, pansiyonlar rezervasyonla aylık veya sezonluk tutulan yerlerdi, öyle çat-kapı gelemiyordun. Ekonomik kriz de ciddi etkiliydi elbette.  Umudumuz Vathy'deydi ama bayağı tedirgin olmayada başlamıştık.
Merhaba İthaki
   İthaka yemyeşil tepeleri, bol virajlı yolları olan küçük bir adaydı ama tarihi M.Ö. 4000-3000 yıllarına kadar uzanıyordu. Mykenea döneminde komşusu Kefalonya'yı da içine alan bir krallığın merkeziymiş. Kral Odysseues'un vatanı da burası imiş. Odysseues karısı Penelope ve oğlu Telemakhos'u burada bırakarak hiç istemediği halde Agamemnon'un Troya seferine katıldı ve savaştan sonra da büyük tehlikeler atlatarak ancak 10 sene sonra tekrar yurdu İthaki'ye dönebildi. Oya gibi girintili çıkıntılı kıyıları olmasından dolayı adanın her tarafında doğal bir liman var. Belkide bu özelliğinden dolayı bu küçücük ada bir krallığın merkezi olabilmiştir. Ha birde yeni öğrendiğim bilgiye göre Prens Charles ile Leydi Diana'da balayılarını bu adada geçirmişlermiş.
Cafe Hani'den biraz Kefalonya seyri
 Adanın en ince bölgesinde bulunan 1800 m. yükseklikteki tepeden geçerken karşımıza çıkan cafeye kahvaltı yapıp dinlenmek için girdik. Cafe-bar-restaurant olan Hani (Han) adındaki bu çok hoş tesis 18.yy.dan beri hizmet veriyordu. Manzarası anlatılır gibi değil mutlaka görmek lazım. 
İthaka'nın başkenti doğal liman Vathy 
  Vathy kasabasına vardığımızda sahil boyunca ilerleyerek karaya doğru iyice girmiş dar ve uzun koyun çevresini döndük. Bu koy dünyanın en büyük doğal limanlarından biriymiş. Bir karton üzerine elle yazılmış "rooms for rent" yazısını takip ederek dar bir yokuşa girdik. Yine kapılar ve pancurlar kapalı ama biraz daha hayat belirtisi var sanki. Çaldığımız zilin sesine 70 yaşlarında, beyaz saçlı, sevimli, bıcır bıcır bir kadın üst balkondan "neee" (eveeet) diye cevap verdi. Hoş sohbetten sonra 40 € ya anlaştık ve kısa bir süre sonra odaya yerleştik.  Ama ne oda... Yattığın yerden denizi, tekneleri, karşı kıyıyı görüyorsun. Biz zevkten dört köşeydik. Üstelik bu İtalyan tarzı dairede küçük bir mutfakta vardı. Eh biraz ekonomiye başlamalıydık değil mi ?
Odamızın manzarası
   Tomtomumuzda belirtilen plajlardan en yakında olanına gidip güzeel bir sefa yaptık. Günün yorgunluğu üstüne bira, patates, bol sarmısaklı cacık dizlerimizi titretmeye başlayınca dinlenmeye döndük. Bu arada yemek faslını odada halledelim diye market alışverişini de yaptık hem de Carrefour İthaki'den. Deniz ürünleri inanılmaz ucuzdu bayıldım bayıldım. Karışık bir paket alıp saganaki (sote gibi birşey) yapmak istiyordum, bir türlü kısmet olmadı. Belki başka bir yerde..
 Akşam olduğunda çok şık bir hilal gökten bize hoşgeldiniz dedi, o kadar güzel bir geceydi ki odada yemeyi felan unutup giyindiğimiz gibi limana indik tekrar. Bu arada öğleden sonra çıkan oldukça kuvvetli rüzgar 22.30 gibi hızını kesmişti ama hiçbir şekilde serinletmiyordu. Adeta fön rüzgarı gibi sıcak estiği için daha da bunaltıyordu, yattığımız yeri bilemedik.




      15.07.2010   İTHAKA



   Sevgili kocam sabah erkenden şeker almaya markete gitti ve plaj şemsiyesine varana kadar eli kolu dolu geldi ancak şekeri almayı unutmuştu. Şemsiye konusunda haklıymış. İthaka'da 20 ye yakın irili ufaklı doğal plaj vardı ve çoğunda tesis olmadığından (ki biz böylesini tercih ediyorduk) yaygısız, şemsiyesiz, gözlüksüz hatta minik bir buzluk olmadan rahat edemezsiniz. Buzluğu almamıştık artık ama geri kalan donanım tastamamdı, bakalım geri dönüşte bu malzemeleri nasıl yerleştireceğiz. Güzel bir kahvaltıdan sonra vefakar tomtom'umuza plajları komutladık ve gördüğümüz her koyda, her plajda denize girdik kaçırmamacasına. Çıldırmıştık sanki...

Tepedeki Yangın Kulesi
Tepedeki Manastır


Polis Limanı
 Dün güneyden kuzeye doğru ilerlerken sola saptığımız kavşaktan bu sefer sağ yöne saptık ve tepeye tırmanmaya başladık. Adanın en yüksek tepesine çıkmıştık, manzara olağanüstüydü. Bu tepede büyük bir manastır ve yangın kulesi vardı. Kule adayı hatta diğer adalarıda yerle bir eden 1953 depreminde hiç zarar görmemiş. Tepenin diğer yamacına indiğimizde bir tepe köyü olan Stavro köyüne vardık. Adanın en büyük köyü olan bu yerleşimde 300 kişi yaşıyor. Kral Odysseus'un sarayının bu köyün üzerinde yer aldığı tepede olduğu sanılıyormuş. Köyün deniz kıyısı olan Polis limanına indik.  
Loizos Mağarası
Yollar dar ve çok keskin virajlı idi fakat beton-asfalt olduğundan çok rahat yol alıyorduk. Adanın en ücra köşelerinde bile yollar çok düzgündü. Polis limanıda büyük bir doğal plajdı, deniz yarı eriştelik yosunluydu ama yinede güzeldi. Antik dönemlerde önemli bir limanmış burası. Girişte Cave Loizos tabelası dikkatimizi çekmişti, sahilin diğer ucunda bir yer göstermişlerdi. Denize girip güneşlendikten sonra eşyalarımızı emniyete aldık, üzerimizde mayolarla ağaç ve çalıların arasından yürüyerek çok merak ettiğimiz mağarayı görmeye gittik. Tabelayı buldukta mağarayı göremedik. Turhan'ın dediği gibi "Bizde buna kovuk diyorlar". Eğer zar zor seçilen o aralığa mağara diyorlarsa hayal kırıklığı... Ben pek inanamadımda bayağı bir arandım oysa neler hayal etmiştim, mağaranın girişinin denizden olabileceğini düşünerek mayolarla gidelim diyede tutturmuştum. Rehber kitabımızın belirttiğine göre bu mağarada üstünde "Odysseus'a adanmıştır" yazan bir mask bulunmuş ve şu anda Stavro köyündeki Arkeoloji müzesinde sergilenmekteymiş ama biz maalesef burayı da gezemedik, kapalıydı. Neyse gidip sandviçlerimizi yiyelim bari dedik ve başka bir hayal kırıklığı. Özene bezene hazırladığım sandviçleri odada unutmuşuz. E pes... 
Ağaçlar içinde şirin bir meydanı olan Stavro köyüne tekrar tırmandık. Yiyecek birşeyler aranırken Hommer's School tabelası dikkatimizi çekti bu sefer. Yine bir tabela peşine düştük ancak 2. tabeladan sonra izi kaybettik. Üstelik köylüsü eliyle gösterdiği halde bulamadık veya göremedik, yolu uzattık, kaybolduk, acıktık, yorulduk. ööff sinir olduk...
  Akşam balkonumuzda enfes proşuttolu gudalı sandviçlerin üstüne çikolatalı pastalarımızı götürdükten sonra deniz kenarına indik. Ayışığı altında cafelerden birinde manzarayı seyrederek geçirdiğimiz gece çoook romantikti.


        16.07.2010     İTHAKA


     Dün akşam üzeri uğradığımız İonian Ferrylines şirketinden edindiğimiz bilgilerle bugün Zakynthos adasına geçmeye karar verdik. Feribot saati 15.30 idi. Pansiyonu boşalttık. Bir daha yolumuz bu adaya düşerse kesinlikle yine burada kalacağız. Adada su kaynağı olmadığından tankerlerle getirtilen su haftada 2 kez ada halkına dağıtılıyordu. Sevimli pansiyoncu teyze küçük bir anısını anlatarak zarifçe bizi bu konuda uyarmıştı. Gerçi ben biraz gerilmiştim ama haklıydı ve biz yine buraya gelecektik.
  Adaya ilk geldiğimizde feribot iskelesinin yan tarafında bir plaj olduğunu görmüştük. Yolculuk saatine kadar vaktimizi bu sahilde denize girerek değerlendirebilecektik ki öyle de yaptık. Bu sahil batıya bakıyordu, bir süre sonra şemsiye yeterli olmamaya başladı. Ve biz saat 10.30 dan 14.30 a kadar suyun içinde oturduk hatta şemsiyemizi de denize gömerek oturduk. Bu arada keskin virajı alamayan kocaman bir tırın manevralarını, arkadaki eve girmek isteyen 2 yaşlı cooker köpeğin çırpınışlarını, kocası dalgıç giysileri içinde balık sevdasına düşmüş genç bir çiftin kapışmalarını ve daha nicelerini oturduğumuz suyun içinde izlerkende çok eğlendik.
 14.30 da liman polislerinin çağırmaları ile sefamıza son verip feribota bindik, 16.20 de de Kefalonya adasına varmıştık. İthaki'den Zakynthos'a gitmek için sefer olmadığından Kefalonya'dan aktarma yapmak gerekiyor.
Hemen hareketle Kefalonya adasının güney ucundaki Pesada limanına 45 dakika sonra vardık. Yine zamanla yarışıyoruz. Pesada limanı İthaki'de olduğu gibi bir ferybot ve birkaç arabadan başka birşey olmayan bir limandı. Artık denizden bööö geldiği için ben girmedim ama hava o kadar sıcaktı ki Turhancığım kaçırmadı bu güzelim suyu.
 18.00 de hareket eden gemi 19.30 da Zakynthos adasının Agia Nikola limanına vardı.


    

18 Ekim 2011 Salı

Kefalonya

               İLK ADA DURAĞIMIZ




      11.07.2010      KEFALONYA


Sami Limanına feribotumuz yanaştı.
   Feribotla çok güzel rahat bir yolculuktan sonra saat 15.15 te Kefalonya adasının Sami limanına yanaştık. Güneşli sımsıcak bir yüzü vardı sanki adanın. Araba ile kısacık bir tur attıktan sonra yatacak bir yer bulmamız gerektiğini hatırladık. Turhan'cığımın mükemmel içgüdüleri sayesinde otelimizi bulduk. Ama ne otel! Verilen fiyat da çok korkutucu değildi. Oda-kahvaltı geceliği 60 € böyle bir yer için oldukça iyi bir rakkamdı. Hele ki otel sahibi bay Makis muhteşemdi. Frekanslarımız tuttu herhalde ki bize verdiği oda manzarası ve konumu gereği 150 € luk bir odaydı. Balkonun manzarasını görünce hemen markete gidip cin-tonik almaya karar verdik. Market alışverişinden önce limanın yanında bulunan Contesse Cafe'de  zevkli bir öğle yemeği yedik. Kalamar, cacık, patates kızartması, pufidik İtalyan ekmeği, bira.. Of yaa keyifler gıcır.
Contesse Cafe'de dinlenme


Poros Limanı
  Sami limanı adanın doğu kıyısında bulunuyor. Batı kıyısına gidip güneşi batırma fikri birden çok cazip geldi. Dağlar, vadiler, köyler geçiyoruz ancak bir türlü yolun sonu gelmiyordu. Bizim ada kavramımız Heybeliada boyutlarında kalmış galiba ki yol tabelalarında 50 km-60 km mesafelerini okudukça şaşırıp kalıyoruz. Sonunda adanın güney ucundaki Poros kasabasında kendimizi bulduk. Ne yazık ki o gece Dünya Kupası finali oynanacaktı ve Turhan' da 45 dakika sonra başlayacak olan bu maçı mutlaka seyretmek istiyordu. Dağlık, bol virajlı ve daracık yollardan akşam saatlerinde ilerlemek zorlu olacağından Poros 'u fazla değerlendiremeden tekrar yola çıktık. Sonuç ne mi oldu ? Büyük bir hevesle tv karşısına oturan kocacığım 10 dakika sonra horul horul uyuyordu, ne maç ne de balkon sefası. Bu kadar yorgunluğa can mı dayanır ?


      12.07.2010     KEFALONYA


   Sabahın 7 sinde az ötedeki deniz çarşaf gibi olunca  ne yapmalı? Derhal mayoları giyip dalmalı o güzelliğin içine. Başka söze gerek yok. Günün tüm enerjisini yükledikten sonra 9.30 da adanın  doğu kıyıları boyunca kuzeyine doğru yola çıktık. 
Agia Efimias kasabası 
    İlk karşımıza çıkan yer güzel bir koya yerleşmiş sakin bir kıyı kasabası olan Agia Efimias kasabası oldu. Çok hoş büyük bir marinası, sahil boyunca cafe ve restaurantları pardon tavernaları vardı. Turistik eşya satan dükkanların birinden birkaç hatıra ile deniz gözlüğü ve şnorkel de alınca mutlu olduk.
Myrtos Beach


   Virajlı ve uçurumlu kıyı boyunca ilerlerken yol batı kıyılarına yöneldi artık adanın batısı boyunca ilerliyorduk. Şık bir manzara aniden karşımıza çıkınca arabayı hemen terk edip küçük bir keçi tırmanışına geçtik ve şu görüntüleri kareleyiverdik. İnternette, broşürlerde hemen her yerde tanıtımının aynı fotoğraflarla yapıldığı  dünyada 5.sırada yer alan Yunanistan'ın ise en iyi plajı olarak belirtilen Myrtos Beach'i bizde böylece görüntüledik. Bu plajı şimdilik kuşbakışı seyir ile geçiştirip daha bol bir zamanda değerlendirmeye karar verdik ve küçük rehber kitabımızın tavsiyesine uyarak Assos koyuna doğru yola devam ettik. İyi de yapmışız.
Assos koyu ve yarımadasının görünüşü

Assos koyunun yakından görünümü

Kaleye tırmanırken Assos
   Kuytu bir koya kurulmuş olan şirin mi şirin bu balıkçı köyünün anakarayla çok dar ve kısa bir toprak parçası ile bağlanan bir yarımadası vardı. Bu yarımadanın tepesinde de Venedikli'lerden kalma kocaman bir kale bulunuyordu. Tabii ki Turhan ve Nilgün bu kaleye çıkmazlarsa katiyyen olmazdı ama keşke çıkmasalarmış. Çam ormanının içinde kocaman blok taşlarla döşenmiş kale yolu çok keskin dönemeçlerle kıvrılarak yükselirken ağaçların arasından yakaladığımız panorama muhteşemdi. Ancak tırmanış bitmek bilmiyordu. Bir süre sonra ağaçların sıklığı azalmış, güneş tepemizden  vurmaya başlamıştı. Rampa çıkmaktan nefes nefese her dönemeçe yaklaştığımızda bu sefer gelmişizdir deyip hayal kırıklığı.. Öyle bir noktadaydık ki ne geri dönmeyi kendimize yedirebiliyorduk ne de ileri gitmeyi gözümüz yiyordu. Neyse kale kapısına ulaştığımızda keyifli bir gururla ve kocaman bir merakla içeri daldık. Bu kadar eziyetin üstüne bir de para alırlarmı acaba diye düşünürken olamaz...Hepsi bu kadardı. Sadece bir kapı, gerisi otlar ve çalılar. Aslında yarımadanın tüm çevresini saran kale duvarları yıkık dökük te olsa vardı ve seçebildiğim kadarı ile kalenin içinde de 6-7 tane keçi ağılı veya çoban barınağı olabilecek yapı vardı ama ne bir tabela, ne bir tanıtım, ne bir restorasyon, ne bir işaret, ne buz gibi su satan çocuklar ne bir büfe hiç ama hiçbirşey yoktu. Çalı ve kayalıklardan kuşbakışı manzarayı bile göremiyorsunuz. Dönüş yolunda azimle yukarı çıkanlara uyarı yapmalımıydık derken, biz çıkarken ki ifadesiz suratları, ben yaptım sen de yap bakışlarını hatırladık ve sadiziiiimm.
Yolun sonundaki nefis koyu düşündükçe dizlerim titriyordu. Deniz muhteşemdi tabiiki, demin yorgunluktan ölen bizmiydik hahahaa. Ee sırada bira, patates, cacık, kalamar ritüeli var. Kaleye tırmanırken koyun diğer ucunda, denize sıfır konumunda, mavi iskemleleri olan uzeri yi gözümüze kestirmiştik ama ne yazıktır ki garson efendi negatif dalgalarını üzerimize gönderivermişti. Sevimsiz garsona aşırı fiyatlarda eklenince biz buradan uzayıverelim biran önce dedik.    
  Bu bölgelerde İtalyan'ların etkisini rehber kitabımızdan öğrenmiştik, gözlerimizle de şahit olduk. Ortalık İtalyan turistlerle kaynıyor. Bir an nerede olduğumuzu şaşırdık ama söylendiği gibi bunların İtalyan sosyetesi olduğunu ben hiç zannetmiyorum.

İşte bu suya dalacam az sonra


   Aç ve sinirli bir şekilde yola devam ettik. Bugün çok önerildiği için asıl hedefimiz olan yer adanın tam kuzey ucundaki Fiscardo köyü idi ve biz oraya vardığımızda saat 15.00 olmuştu. Eveeet gördük ki İtalya sosyetesi meğer buraya geliyormuş. Hiçbir donanımı olmayan bir limanı olmasına rağmen ortalık kum gibi yelkenli kaynıyor va hatta limanda yer bulamayıpta alargada kalan teknelerde deniz trafiğini oldukça aksatıyordu. Dar ve uzun bir koyun dibinde yer alan Fiscardo limanına Lefkada ve İthaki adalarına sefer yapan feribotlar yanaşıyor. Köyün tüm sahili boyunca cafe ve tavernalar yerleşmiş ve hepside tıklım tıklım dolu. Yine önerilen ve sahibesinin tv de yemek programları yapmasından dolayı ün kazanmış Tassie tavernanın oldukça geniş bir alana yayılmış olması dikkatimizi çekti. Kalantor beylerin, şık hanımların çokluğu günboyu iyice dağılmış olan bizi acilen oradan uzaklaştırdı. Sahil boyunca gezinirken yolun sonuna doğru bir taverna hoşumuza gitti ve bütün gün düşlediğimiz tıkınma sefamızı burada yapmaya karar verip denize sıfır olan bir masaya kurulduk. Öyle bir denize sıfır ki kıyı boyunca aralıksız olarak bağlanmış teknelerden inen biri ilk adımında iskemleye oturuverir. Tam önümüzde duran teknenin önce amblemi (kedi resmi), sonra ismi (kedi), kaldır kafayı sonra bayrağı (Türk bayrağı), en sonra da flaması (Gezgin Korsan). Turhan fırladı "Ateş Korsaan" diyerek. Eşi Serpil mahmur gözlerle kafayı uzattı ve çığlıklar, kahkahalar, sarmaş-dolaşlar... Çok ama çok hoş bir sürpriz olmuştu hepimize. Kedinin Hırvatistan'a gideceğini yaklaşık 2 aydır denizlerde olduğunu biliyorduk da burada karşılaşacağımız hemde tam teknenin önündeki masaya oturacağımız hiç aklımıza gelmemişti. Bol sohbetli, çok keyifli saatler geçirdik, zar zor ayrıldık. Çok ısrar ettiler teknede kalın diye ama dönmemiz gerekiyordu. Gayet çakır vaziyette dönüş yolunda ilerlerken daha önce gözümüze kestirdiğimiz küçük bir koyun da hakkını verdik ki iyi ettik, Toranaga'da günbatımı denizinde topraklamış oldu böylece. Otele döndüğümüzde akşam olmuştu, öyle keyifliydik ki gün hiç bitmesin istedik ve cin-tonikli akşam sefamızla devam ettik. Çok güzel bir gündü.
Ateş korsan, Serpil korsaniçe ve Kedi




Gezgin Korsanlar Fiscardo'da














              12.07.2010     KEFALONYA



Nymphalar (Peri kızları) ve onları kovalayan Tanrı Pan

        Bu ada o kadar büyük ki bugünde batı kıyılarını keşfe çıkacağız daha doğrusu güney batı kıyılarını, dün yol kendiliğinden batıya kıvrılınca bir kısmını görmüştük. Ama önce otelimize çok yakın olan Melissani Yeraltı Gölünü görmek istedik. Kişi başı 7 € olan giriş ücreti biraz abartılı geldi ama değdi. Mykenai döneminde bir Pan mabedi olan bu yerde efsaneye göre sürülerin ve çobanların tanrısı olan keçi ayaklı insan başlı Pan bir Nympha (peri kızı) olan Melissani'ye fena musallat olmuş. Melissani de Pan'dan kaçarken kurtulmak için bu suya atlamış ve boğulmuş.   
      Önce ıslak basamaklardan indik sonra kayığa bindik. Kireçtaşı kayalardan oluşmuş mağaranın tavanı 1950 li yıllarda olan deprem yüzünden çökmüş ve kocaman bir delik oluşmuş, bu delikten giren güneş ışıkları gölün masmavi suyunu öyle güzel ortaya çıkartıyorki hayran kalıyorsunuz. Mağaranın ve gölün varlığı  depremin çöküntüsünden sonra öğrenilmiş.  Bizi gezdiren sempatik kayıkçımızın kelimeleri yuvarlayarak konuştuğu İngilizcesi, mağaradaki ekoyu duyurmak için ıslıkla serenadlar yapması, güneş ışığının yarattığı gökkuşağını göstermek için kürekle suya darbeler indirmesi fakat bütün bunları yaparkende gayet doğal davranıp tesadüfmüş gibi havalar içinde olması  tüm bu şovlar çok hoştu. 
Melissani Mağarası ve Yeraltı Gölü


    Bu yeraltı gölünün sahilde denizden daracık bir yolla ayrılmış, tüm broşürlerde kuşbakışı çekilmiş fotoğrafları ile tanıtılan meşhur Karavomilos Gölü ile yeraltından bağlantısı varmış. Karavomilos gölü otelin 50 metre ilerisinde idi, sabah yüzüşünden sonra biraz sahilde yürüyelim dediğimizde tesadüfen gördük. Gölün üzerinde kıpırtısız duran ördek ve kazları  uyuyorlar zannedip rahatsız etmemek için gayret gösterirken bir tuhaflık olduğunu geç farkettik. Hiçmi kıpırdamazlar diye minik taşlar atmaya başlayınca ancak anladık. Meğer hepsi yapaymışlar, adamlar üşenmeyip tek tek bağlamışlar dibe bu küçük heykelcikleri. Haklılar da zira göl küçük bir kanalla denize akıyor ve bu kanalın üzerinde de bir su değirmeni var.
Drogkarati Mağarası
        Sırada Drogkarati Mağarası vardı. Buraya geldiğimizde önce karşımıza yüzme havuzu olan bir cafe-restaurant çıktı. Toplam 10 € vererek mağaraya doğru dar merdivenlerden inişe geçtik vee durduk. Sadece 1 kişinin geçebileceği kadar dar olan merdivenlerden yaş ortalaması 75 olan bir turist gurubu oflaya puflaya pa pa pa paaa nidaları ile nefes nefese yukarı tırmanıyordu. O zaman girişteki dinlenme tesisinin önemini kavradık. Mağara bildiğimiz Damlataş Mağarası idi, güzeldi. İyi akustiği olması nedeni ile bazen konser salonu olarak kullanılıyormuş.

  Lassi kasabasına doğru yolumuza devam ettik. Gerçi otelcimiz Bay Makis " ooo çok kalabalıık, like Miami" deyip pek önermedi ama görmek lazım. Önce Argostoli kasabasını bulup içinden geçen yolu takip ederek Lassi'ye varmak gerekiyordu. Tepeden inerken karşı kıyıya incecik bir yol olduğunu gördük ki bu yol tam olarak Argostoli'ye gidiyordu. Burası boynuz şeklinde karaya girmiş ince uzun bir koydu. Yolun başına geldiğimizde trafiğe kapalı sadece yayaların geçişi yapılmış olduğunu gördük. Devossetos Bridge
Devossetos Köprüsü- Karşıda Argostoli, sol taraf göl, sağ taraf deniz

Deniz bu yol sayesinde koyun dibinde göle dönüşmüştü, üstünde kuğu aileleri yüzüyor, yavrularına uçmayı öğretiyorlardı, bayıldım... Bu gölün adı Kautavos Lagoon idi.
Lasii plajları
Argostoli adanın başkenti
Lassi adanın eğlence merkezi görünümünde. Plajları oldukça kalabalık (İtalyan gençliği çoğunlukta). Büfeler, cafeler, sunbedler, şemsiyeler, her türlü deniz aktiviteleri, çıstak müzikler, çıtır kızlar, çıtır oğlanlar... Ana yolda da sağlı sollu cafe ve tavernalar dizilmişler ve ilk defa Sirtaki şovunun olduğu tavernaya da burada rastladım. Evet gerçektende gezimizin başından beri özellikle dikkatimizi çeken ve bizi büyük hayal kırıklığına uğratan nokta: hiçbir yerde ne cafe, ne lokanta, ne çay bahçesi, hiçbir yerde müzik yoktu. Canlı müzik değil kasetten dahi  en düşük volümle bile olsun müzik duyamamıştık.  İstanbul'da taverna denince halay çekilip tabak kırmak akla gelir, buralarda böyle bir kavram yok. O yüzden Lassi'de " Bu taverna da sirtaki yapılır" ilanını görünce çok şaşırdık. Yazık ki burada gecelemek düşüncemizde yoktu ve yolumuza devam ettik. Dönüşte de fazla oyalanmadığımız Argostoli adanın başkenti konumunda. Şimdiye kadar uğradığımız yerlerden çok daha büyük, gelişmiş, şehirleşmiş ve sanayileşmişti. Havaalanına yakındı ve büyük bir limanı bulunuyordu.
Adanın batısında bulunan yarımadaya Argostoli'den her yarım saatte bir kalkan feribotla geçebilirdik. Bindik ve Luxuri kasabasına vardık. Kısa bir turladıktan sonra marketten öğle yemeği için aldığımız sandviç malzemeleri ile karnımızı doyurduk ve yola devam ettik. 
   Çok güzel manzaralı yol seyrinden sonraaa en nihayet kendimizi Myrtos Plajına atıverdik.Bugün güneşi bu plajda batırmaya kararlıyız ve tam karşımızda suya cozlayıverdi. Aslında bu muhteşem olayı Knydos'taki gibi termosta votka-portakal suyuyla karşılamak vardı ama ne yazık ki donanımımız yetersizdi.

      Yarın Kefalonya adasını terkedip İthaki adasına geçmeye karar verdik. Sami limanına inip feribot araştırmasını biran önce yapmamız gerekiyordu ve güneşi batırır batırmaz oradan ayrıldık. Günün sonunda Captain Corelli'nin yerinde nefis hand-made pizzaları mideye indirirken birşey daha öğrendik. Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini adlı film Kefalonya adasının Sami kasabasında çekilmiş, bunu zaten tüm tanıtımlardan biliyorduk. Nicholas Cage, Penelope Cruz ve film ekibi karınlarını bu cafede doyuruyorlarmış ve buraya ismini onlar vermiş. Biz söyleyenlerin yalancısıyız.
    Gece farklı bir bavul organizasyonu başladı. İthaki'ye arabasız gitmeyi düşünüyoruz dolayısıyla eşyaları minimuma indirmek gerekiyor. Ne ile karşılaşıcağız acaba ..?
Myrtos Plajında Günbatımı










                                                                                                                                                                                                                      v.

9 Ekim 2011 Pazar

           ADALARA DOĞRU..


      11.07.2010      ATİNA - PATRAS


   İonian adalarına bizi götürecek olan feribotu bulmak için sabah erkenden saat 7.00 de otelden ayrıldık. İstikamet Mora yarımadasının kuzeybatı kıyısındaki Patras şehri. Yaptığımız araştırmalara göre bu adalara gidebilmek için havayolunu da kullanabilirsiniz. Deniz yolunu tercih ederseniz  ya Patras'tan ya da Kylini'den feribota binmeniz gerekiyor. Patras;  Atina'ya 3 saatlik (yaklaşık 200 km.) mesafede bulunuyor. Kylini ise Mora yarımadasının batısında yer aldığından daha uzakta kalıyor. Bizim herhangi bir feribot rezervasyonumuz olmadığından riske girmemek için yakında bulunan Patras'ı hedefledik. Eğer bir GPS ile yolunuzu buluyorsanız Patras'a gitmek için karayolunu tercih etmesini özellikle belirtmeniz gerekir. Aksi halde kendinizi Mora yarımadasına ulaştıracak olan bir feribot iskelesinde bulabilirsiniz. Eğer zamanla yarışıyorsanız bu durum küçük bir kriz yaratabilir. Bu arada otoban masrafı şu ana kadar 3 €.
  Atina'dan ayrıldıktan 45 dakika sonra Korent Kanalı'na vardık. Daha yakından görebilmek için mecburen otobandan ayrıldık. İyi ki görmüşüz, çok etkileyici idi. 
Uzunluğu 6.343 m. genişiliği 25 m. olan kanalın yüksekliği ise 52 m. olunca yukarıdan bakmak çok ürkütücü oluyor. Burada Bungee-Jumping sporu da yapılıyormuş. Meraklısına..





  Kanalı geçerek Mora yarımadasının kuzey sahili boyunca yarı otoban olan yoldan ilerlerken seyri güzel, rahat bir yolculuk yaptık. 3 saat sonra şirin bir sahil kasabası olan Patras'a vardık. Limandan Kefalonya adasına geçmek için feribot biletlerimizi aldık. Hiçte korktuğumuz gibi olmamıştı, gemi bulamayacağız veya gemide yer bulamayacağız endişeleri boşuna imiş. Birkaç tane feribot firması var ve hepsinin kalkış saatleri farklı olduğundan mutlaka tercihinize göre bir sefer bulabilirsiniz. Strintzis Ferries şirketinden 12.30 da kalkacak olan feribot için gidiş-dönüş 180 € (2 kişi) ödeyerek biletlerimizi aldık. Limanın arkasındaki cafe de portakal sularımızı içerken keyfimiz yerinde, mutluyduk.
Patras'ta Agios Andreas Kilisesi

Patras limanı girişi

  

Gidiyoruuuuz
 

8 Ekim 2011 Cumartesi

Atina

        AKROPOLİS'İ GEZİYORUZ


   10.07.2010   ATİNA


   Elimizde şehir haritası ve günlük metro biletlerimiz sabah 9.00 itibarıyla şehir turuna  başladık. 


  İlk durak Akropolis. Kişi başı 12 € olan giriş biletlerine birbirine yakın olan 6 tane örenyeri dahil. Antik Agora. Dyonisos Tiyatrosu, Roman Agora, Kerameikos, Zeus Tapınağı ve Hadrianus Kütüphanesi. Dünyanın dört bir tarafından akın akın insanların geldiği, benimse hayallerimde kimbilir ne animasyonlarla süslediğim Akropolis maalesef gereken özen gösterilmemiş, nasılsa turistler geliyor kayıtsızlığı içinde kendi haline bırakılmış görüntüsü ile beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Yaklaşık 40 senedir süren restorasyon çalışmaları yüzünden sağından solundan vinçler iskeleler sarkarken demir yığınları içinde sütunları görmeye çalışmak, hiçbir açıklayıcı tabela olmadığından neyi ne olduğunu anlamak için bir yandan da kitapçıkları karıştırmak çoook sıkıcı. İstemeden ülkemle kıyasladım ve bizim bu konuda daha ileride olduğumuzu gördüm, şaşırtıcı değilmi ? Üstelik bunu düşünen sadece ben değildim. Kanada'lı bir bayan gurubu, Brezilya'lı bir başka kişi gibi orada sohbet ettiğimiz  diğer turistlerde Efes, Bodrum, İstanbul vb yerleri hatırlatarak beğenilerini sunarken samimi idiler ve aynı kıyaslamayı onlarda yapıyorlardı.
Akropolis'ten Atina'ya  kuşbakışı 

Parthenon Tapınağı
Yunanca'da Akropolis "yukarıda bulunan şehir " anlamına geliyormuş ve özellikle tapınakların, hazinelerin saldırıya uğramaması için kentin yakınındaki tepeye kuruluyor, sürekli korunuyormuş. Atina Akropoli'de cilalıtaş devrinden beri varolup bugün gezilen yapılar ise M.Ö. 5 yy.da Perikles tarafından yaptırılmış. Akropolis'in en önemli yapıtı olan Parthenon Tapınağı tanrıça Athena için yaptırılmış vee Osmanlılar döneminde de bir süre cami daha sonrada cephanelik olarak kullanılmış, düşünebiliyormusunuz...  






  
 Herodes Atticus Tiyatrosu bugün müzikal ve tiyatro gösterilerinin sunulduğu 5000 kişilik bir gösteri merkezidir.




  Erekhtheion Tapınağı da tanrıça Athena adına yapılmış bir başka İon tarzındaki yapıttır. Karyaditler Portikosu denilen saçakları taşıyan kadın heykeli şeklindeki sütunlar çok hoş görünüyorlar. Efsaneye göre Tanrı Zeus  şehre en değerli armağanı verme yarışması düzenler. Poseidon'un denizden çıkarttığı savaşlarda büyük yarar sağlayacak ve çok ağır yükleri taşıyabilecek çok güçlü atına karşılık Athena topraktan zeytin ağacı çıkartarak yarışmayı kazanır. Böylece hem şehrin koruyucusu olur hemde şehre ismini verir. İşte o yarışmanın yapıldığı noktada günümüzde bir zeytin ağacı bulunmaktadır ama  taa o zamandan beri orada olduğunu ben pek zannetmiyorum !
Athena'nın zeytin ağacı
Karyatidler Portikosu

Propylaea bugün
Propylaea; Akropolis'in giriş kapısıdır, en büyük özelliği Dor ve İyon sütunları birarada kullanılmış, hem dikdörtgen hemde silindir öğelerin karıştığı antik bir yapıdır.

Propylaea'nın temsili resmi


Dyonisos Tiyatrosu
Olympos-Zeus Tapınağı  

   
                      
Antik Agora ortasındaki Hephaistos Tapınağı, hemen arkasında Monastriaki bölgesi görülüyor.
      Öğle yemeği için ısrarlı tavsiyeler üzerine Monastriaki-Plaka daki çarşının içinde meşhur SOUVLAKİ ciye geldik. Souvlaki yumuşacık bir pide içine şiş et (kuzu, domuz, tavuk olabiliyor ), kuru cacık, patates kızartması, turşu, domates, soğan konulup konik şeklinde dürülerek hazırlanan bir dürüm çeşidi ki çoook lezzetli. Yani bizim olayımızdan farkı içinde sarmısaklı kuru cacık olması. Eğer aynı malzeme içerisine şiş et değilde döner koyarsanız GYROS denilen bir başka fast-food çeşidi oluyor. Souvlaki, bira, baklava, Tür kahvesi... Hiç yabancılık çekmedim valla. Bu arada Monastriaki semti çok renkli, turistik bir semt. Haftanın bazı günlerinde bu daracık sokaklarda eskici pazarı kuruluyormuş ama bize denk gelmedi ne yazıkki. Şehirde varolan 2 camiden biride bu semtte bulunuyor ancak müze olarak kullanılıyor.
Parlamento Binası

     


 
Meçhul Asker Anıtı
  Deli gibi doyduğumuza göre gezimize devam edebilirdik ve Syntagma Square e doğru yollandık. Burası kapısında mahalli kıyafetleri içindeki Yunan askerlerinin nöbet tuttuğu Parlamento Binasının 
Kurşunlanmış nöbetçi kulübesi
bulunduğu meşhur meydandı. Hele son zamanlarda öğrenci ayaklanmalarının, halk protestolarının, polislerin, çatışmaların sıkı sık tv.lerde görüntülendiği meydan. Bugün güvercinler volta atıyorlar ama hemen parlamento binasının park girişindeki nöbetçi kulübesinin üzerinde bulunan kurşun delikleri durum ciddi galiba dedirtiyor. Şehirdeki polislerin yoğunluğu oldukça dikkat çekici, oysa halk son derece sakin, sessiz. Trafik sesi, korna sesi evet evet korna sesi yok, inanılır gibi değil, bende ne kadar huzurlu ortam var diyordum. 
 Daha sonra Parlamento binasının sol yanındaki National Garden'a girdik. Turhan'ın ayakları iflas etmeye başladığı için o bir banka oturup dinlenirken bende peyzajı çok hoş yapılmış bu kocaman botanik bahçesini tek başıma dolaşayım dedim. Ama ağaçların arasındaki kuytu banklarda oturan saplama tiplerden rahatsız olunca paniğe kapılarak yolu şaşırdım ve kayboldum. Gerginlikten mi, minik göletlerin yarattığı nemli ve sıcak havadan mı bilmem kan ter içinde koşuştururken kabus gibiydi.
   Bir sonraki hedefimiz Teleferik Tepesi (Lycabettus Hill ). Bu tepeye çıkmak için Atina'nın en seçkin, pahallı ve şık semtinden yürüdük ve dinlenmek için bir cafeye oturup frapelerimizi içerken farklılığıda fark ettik. Hatunların hepsi şık ve bakımlı, dükkanlar pahallı, apartmanlar-evler güzel ve lüks... Kısa molamızdan sonra yine tabanlara kuvvet zorlu bir merdiven tırmanışına geçtik. 100 mü 300 ü saymaktan artık vazgeçtiğim basamaklar canımıza okumuştu ama iyiki pes etmemişiz. Yanlış anlamayın tepeye çıkmıyoruz, tepeye çıkarıcak olan teleferiğe ulaşmaya çalışıyoruz. Tabi ki taksi alternatifi var ama biz sokak sokak dolaşıcağız ya ondan bu kadar kararlıyız. 
Lycabettus Tepesinden seyir
Adam başı 6.50 € olan teleferik bizi Atina'nın en yüksek tepesi ( 277 m.) ne çıkartmıştı.Şık bir cafe-restaurant, en zirvede çok hoş bembeyaz bir kilise (Agios Georgios Şapeli) ile çan kulesi ve tüm şehri ayaklar altına seren şahane bir panorama vardı. Hatta hayatımda gördüğüm en şık wc ye de burada rastladım, tuhaf bir tanıtım oldu ama söylemeden geçemeyecektim. Kısacası biz bu tepeyi çok sevdik ve iyiki de gelmişiz dedik. Tavsiye ederim.
Agios Georgios  Şapeli
Günbatımını bekliyorlar