24 Kasım 2012 Cumartesi

LEFKADA ( LEFKAS) ADASI


    
           
          LEFKADA  ( LEFKAS )



        21.07.2010






Anakara'da bulunan kale
Bu kalenin yanından ayrılan yol Lefkada'ya uzanıyor
Yüzer köprü açılmadan geçmek lazım
    Biraz kıyılardan, biraz tepelerden, bazen terkedilmiş bomboş köylerden geçerek Lefkada'yı bulduk. Lefkada (Levkas) bir ada olmakla beraber anakaraya bir araba yolu ile bağlanmıştır. Anakaradaki kalenin yanında bulunan yüzer köprü belli saatlerde açılarak teknelerin geçişini sağlıyor. Bu çift yönlü araba yolunun dışında başka herhangi bir ulaşım yoluna  (demiryolu veya tünel gibi) biz rastlamadık. Anında trafik yoğunlaştı, insanlar kalabalıklaştı. Turistik bölgeye geldiğimiz anda şamata başlıyordu. Sersemlemiş bir halde dolanarak park yeri aranırken para bozdurmamız gerektiğini hatırladık. Ben bir binanın gölge merdivenlerinde oturup beklerken kocacığımda banka aramaya gitti. Yarım saati geçtiği halde gelmeyince huysuzlanmaya başladım. Zaten bütün gece klimanın altında uyuyunca  fena halde nezle olmuştum. Gölgesinde oturduğum merdivenlerde resmi bir binaya (Liman İşletmesi) aitmiş, girenin çıkanın sonu gelmeyince kalkıp yürümeye başladım ki sinirleri tepesinde gelen kocamı gördüm. Pasaportu bende olduğu için banka parayı bozmamış o da başka banka bulacağım diye kızgın güneşin altında dolanıp durmuş. Benimse burnum şırıl şırıl, beynim sanki çatlayacak gibi. Çok sevimliyiz yani ! Sinir sinir dolanırken imdadımıza Pirates Cafe yetişti.Bizim Boğaz'daki Takanik'ler gibi denizin üstündeki bir tekneyi çok şık bir cafe yapmışlar. Püfür püfür eserken soğuk frapelerimizi yudumlamak bu sıcak havada bizi sakinleştirdi. Kendimize gelirken bir yandan da Lefkada haritasını inceliyorduk. Broşür haritanın kenarlarında sıralanan otel-pansiyon ilanlarının birkaçını arayarak oda fiyatlarınıda belirlemiştik. Galiba yorulmaya başlamışız ki ilk günlerdeki şevkimiz ve heyecanımız oldukça azalmış görünüyor.

Sevgili Kostandina (Dina) ve oğlu Panayot
   Dinlendikten sonra adanın doğu kıyısı boyunca güneye inmeye başladık. Haritadan göründüğü üzere Lefkada'da da yerleşim doğu kıyıları boyunca idi. Batı yani Adriyatik kıyıları sarp kayalıklardı ve 1-2 köye ancak rastlayabiliyorsunuz. Nıdri kasabasına kadar indik. Yolda bir dolu otel vs. sıralanmıştı ancak biz yine ne yapacağımızı henüz belirlememiştik. Kavşaklardan birinde Poros yazan bir tabeladan saptık. 15 km. kadar süren virajlı yokuştan inerken varacağımız yerde yatacak bir yer bulmak hiçte cazip gelmiyordu. Tecrübelerimize göre merkezde yada merkeze yakın bir yerde kalmak her zaman avantajlı idi. Çünkü biz sürekli seyir halinde idik ve de  amacımız dinlenmek değil gezmek olduğundan sapa, uzak bölgelerde konaklamak mantıksızdı. Zaten Poros'taki oda fiyatlarıda çok fazla geldi. Camping teki bungalov için bile 60 € istediler. Sonuçta derhal bu bölgeyi terkettik. Haritadaki ilan aklımıza geldi. Adı Yunan harfleri ile yazılı olduğundan yerini bulmak biraz zor oldu ama bulduk. Kocamın paratonerliği sayesinde yine şahane bir pansiyon bulmuştuk. Telefonda konuşup anlaştığımız kadın; oğlunun pansiyonunda ona yardımcı oluyordu. Adı Kostandina idi ama kısaca Dina diye hitap etmemizi istedi. 70 yaşlarında emekli bir öğretmen olan Dina müthiş bir kolleksiyoncu idi. Resepsiyon olarak kullanılan büyük odanın her tarafı incik cincik dünyanın dörtbir tarafından toplanmış biblolar, bebekler, süs eşyaları, örtüler, aklınıza gelebilecek bir sürü eşya ile doldurulmuştu. Orada kaldığımız 3 gün boyunca bizi gördüğü an yakamızı bırakmıyor, kahve, likör, meyve suyu illaki birşeyler ikram ediyor, sohbet etmek için fırsat kolluyordu. Hatta yolumuzu gözlediğine bile inanmaya başlamıştım. Bir akşam 10 gibi (geç bir saatte!)gelmiştik ve Dina'yı bizi bekler bulduk; boynumuza sarılıp "nerede kaldınız, sizi çok merak ettim ve özledim" diyerek şapur şupur öpücüklere boğmuştu . Bu ilginin bir nedenide oraya gelen ve konaklayan ilk Türk olmamızdandı sanırım. Yani biz bu motele yerleştik anlıyacağınız. Tek sorun odalarda yer olmadığından bir geceye mahsus apart-dairede kalıcaktık. Fiyatının 45 € olmasının dışında bizim için hiiç mahzuru yoktu çünkü olağanüstü bir manzarası vardı. Odalar yine toplama eski eşyalarla doldurulmuştu ama tertemizdi ve bizce çokta sempatiktiler çünkü Heybeliada'daki yazlık evleri hatırlatıyordu. Hani evlerdeki eski eşyalar atılmaz yazlığa taşınır ya.. 
Odamızın şahane manzarası
    Nezlem tüm hızıyla devam ediyor, krizler halinde gelip yüzüm gözüm birbirine giriyordu ama keyfi kaçırmak istemediğimden öğleden sonra yakında bulunan bir sahilde denize girdik. Pansiyonun deniz feneri gibi bir yarın üzerinde yer almasından dolayı muhteşem manzarasının dışında denizle bir ilgisi yoktu.  Nefis mehtaplı geceyi işte bu manzarayı seyrederken cin-toniklerimizi yudumlayarak bitirdik. Bir balıkçı teknesinin balik avlamak için denizin ortasında 5 ayrı yere yerleştirdiği 6. sı içinde uzun uzun uğraştığı ışık operasyonunu izlemekte çok keyifliydi ya da bizim kafalar güzeldi...



       22.07.2010    


     Üç tarafı balkon olan odamızın sabah güneşini görmeyen arka balkonunda kahvaltımızı yaptık. Lükse bak... Dina'nın komutu ile yeni odamıza geçtiğimizde ise hüsrana uğradık. Arka bahçeye bakan bu odanın o güzelim manzara ile hiç alakası yoktu. Turhan huysuzlandı ve "ben bu odayı istemiyorum" diye tutturdu ama Dina bizi ikna etti. Doğru ya, sabah çıkıp akşam gelicez, üstelik manzaraya tam hakim terasta da istediğimiz zaman keyif yapabilirdik, ama yinede eğer daha önceden rezervasyonu yapılmamış olsaydı farkını verip dünkü odayı tutabilirdik.

     Bugün Lefkada'nın en tepesindeki köyden geçip fotoğraf çekmeyi düşünüyorduk. Bu ada değişik bir coğrafyaya sahipti. Anakaraya yakın olduğundan dar bir yolla bağlanmış olan kuzeydoğu kıyılarında deniz iyice sığlaşarak bataklaşmış, yer yer adacıklar oluşmuştu. Yolun başındaki yüzer köprünün belli saatlerde açılmasından dolayı da deniz trafiği oldukça yoğun, marinasıda çok büyük ve kalabalıktı.
Lefkada Merkezinin tepeden görünümü



         

Agias Nikita yolu üzerinde uzanan sahiller










Agias Nikita sokaklarından biri hatta anacaddesi
Koş koş denize


        Tepedeki köye varınca Agious Nikitas yoluna saptık. Rehber kitabımızda bu plajın adı geçtiği için buraya girmiştik. Yol boyunca kilometrelerce uzun ama ağaçsız plajları geçerek köyün içine girdik. Park etmiş yüzlerce araba. Plaj eşyaları, hasırları, havluları kollarında asılı insanlar arabalarından inmiş bir yokuştan aşağı yürüyorlar telaşlı telaşlı. Peşlerine takıldık tabiiki... Bu arada Turhan'da kötü bir haber şifayı kapmıştı. Yol boyunca "yaktın beni Nilgün" dedikçe gerildim, gerildikçe iyileştim, domuz gibi oldum, hiçbirşeyim kalmadı ancak Toranaga salya sümük perişan durumda. Gel de çık işin içinden şimdi.  Agios Nikita küçücük ve sevimli bir köy. Daracık sokaklarda, arnavut kaldırımlı yokuşlarında hediyelik eşya dükkanları, tavernalar dizilmiş, yolun sonunda da küçük bir sahil ve plaj ve tabii ki tıklım tıklım insanlar.Geriye dönemedik valla. Turhan fena hasta, hava çok sıcak, tekrar yokuş tırman ve yollara düş, gözümüz yemedi. Bir yerlere sığışacaktık artık. Dar sahilin solunda kayaların duvar gibi dikildiği bir noktasında sırtımızı dayadık, şemsiyemizi kuma sapladık. Denizin içinde kocaman kayaların arasında oluşan havuzcuklarda yüzmek çok eğlenceli idi. Su her zamanki gibi pırıl pırıl, insanlar şnorkelleri ile dibi seyretmek için yarışıyorlardı adeta. Buradan kıpırdamaya hiç niyetimiz yoktu. Hele 1-2 saat sonra güneş tepenin arkasına geçip bulunduğumuz yer gölge olunca uzanıp horul horul uyuduk bile.Akşama kadar burada kalıp şirin tavernalardan birinde yemey yeriz diyorduk ancak Turhan dinlenmezse iyileşemeyecekti, döndük.


Ooooh rahatladı
Ateşini düşürmeye çalışıyoruz












       


           



Adanın kuzey sahilleri  başımı döndürdü

Kitesail sporcusu

Gökyüzü rengaren
                Tepedeki köyden aşağı  inerken adanın en kuzeyinde bulunan sahil dikkatimizi çekti. Gökyüzünde küçük renkli noktalar uçuşuyordu. Manzara görülmeye değer bir manzara idi. Çok rüzgarlı bir hava, çok dalgalı bir deniz vardı bu sahilde. Ve yüzlerce genç, orta yaşlı insan ayaklarında sörf tahtaları,ellerinde kendilerini havalandırarak uçar gibi gitmelerine yol açan dikdörtgen şeklindeki rengarenk paraşütlerin ipleri uzun sahil boyunca bir uçtan diğer uca uçarcasına giderek şahane bir görüntü sergiliyorlardı. Uzun süre zevkle onları izledik. Benim bile içim gitti ki benim canım kocacığım mahvoldu bitti. "Ben bu sporu yapamadan mı ölecem" diye huysuzlanıp durdu. Bu sporun adı "Kitesail" imiş. Meğer bu sahil özellikle İtalyan'ların çokca rağbet ettikleri, rüzgarı ve dalgası hiç eksilmeyen ve dolayısıyla "kitesail" sporunu yapmak için 1 numara favori olan bir sahilmiş.
     Mutlu mutlu otelimize döndük. Marketten aldığım saç boyası ile saçımı boyarkende çoook eğlendik. Akşam üzeride bahçedeki terasın en faça masasına kurulurken Bayan Dina'da kahveleri ve sonrasında ev yapımı likörleri kaparak bize eşlik etti. Uzuun uzun sohbetlerle günü sona erdirdik.

       23. 07. 2010   MEGANİSSİ



Scorpio adası
     Bu sabah aniden verilen bir kararla yataktan fırladık. Yakındaki Meganissi adasına gitmeye karar vermiştik. Meganissi'ye giden tekne Lefkada'nın merkezinde Pirates Cafe'nin yanından kalkıyordu. Arabayı park edip tekneye yetiştiğimizde kalkmasına 2 dakika kalmıştı. Karadan kuşbakışı seyirlerimizde dikkatimizi çeken doğal kum ya da toprak yığınları ile şerit şerit olmuş denizin kanallarında ilerlerken tekneye yetişme heyecanı ve gerginliği yerini keyfe bıraktı. Oldukça yoğun olan deniz trafiğini çoğunluk yelkenliler oluşturuyordu ve hayrettir 45-50 feet ten aşağı tekne göremedik. Bu sular biraz sert galiba, küçük tekneler barınamıyor mu ne ?? Fakat gerçekten de gözlemlerimize göre hemen hergün öğleden sonraları kuvvetli kuzey rüzgarları ile deniz dalga dalga kabarıyordu.
 Meganissi adasına doğru ilerlerken sağımızda yer alan irili ufaklı birkaç adanın en büyüğünün Scorpio adası olduğunu öğrendik. Bu ilginçti. Dünyanın sayılı zenginlerinden meşhur Yunanlı armatör Aristotelis Onassis'in özel adası olan bu ada şimdi kaderine küsmüş gibi sakin ve ıssız bir görünümdeydi. Halbuki zamanında şaşaalı davetlere, sosyete partilerine ev sahipliği yapmış, Onassis ile Jackie Kennedy'nin düğününe de şahit olmuştu. Bugün ise ailenin tüm fertlerinin ölmesi, tek varis olan torun Athina'nın da evlenerek Brezilya'ya yerleşmesi sonunda ada kimsesiz kalmış, Onassis'in vasiyeti üzerine devlet koruması altında sessizliğe bürünmüş bekliyordu.
Meganissi adası

     Meganissi'ye vardığımızda gemiden iner inmez az ilerde bekleyen dolmuş- minibüse biniverdik herkesle beraber. Nereye gittiğini vs sormadık, çünkü bizde nereye gitmemiz gerektiğini bilmiyorduk, adayı gezicez işte. Bildiğimiz tek şey dönüş saatinin 18.45 olduğu, şu anda ise 11.30,gezmek için çoook zamanımız var. Şöför dışarıda beklerken yolcular torpidonun üstünde duran kutuya 1€ atıp biniyorlar araca. Atmadan girsen kimse farketmiyecek ama böyle bir zihniyet yok halkta. Minibüs tangır tungur virajlı yokuşlardan çıktıktan sonra gemideyken gördüğümüz tepedeki köyün içine girdi. Yollar o kadar dar o kadar dardı ki şöför geçerken yan aynaları kapamak zorunda kalıyor,yolcular da ona yardımcı oluyorlardı. Manavın tezgahından uzanıp elmaları alabilirdin rahatlıkla. Biz çok eğlendik, birazcık sonra meydan gibi bir boş alanda araba durdu ve herkes indi. Biz kararlıyız, devam edicez ancak olmazmış  çünkü son durakmış. Adanın çevresini dolaşıcağız sanmıştık halbuki. İndik. Köyün yollarına daldık, aşağı iniyoruz. Daracık yokuşlardan, içiçe girmiş evlerin arasından geçerken kapı önlerinde oturmuş sohbet eden, yün örüp iş işlerken geleni geçeni seyreden yaşlı-genç adalı kadınların turist görmeye alışmış kayıtsız bakışları karşısında birazda sıkıldım. Sanki özel hayatlarının içinden geçiyorduk. Bu arada tepede tam manzaraya hakim küçük bir cafenin en köşe ve faça masasında oturup frapelerimizi göçürmeyide ihmal etmedık tabii ki. Sefaysa sefa... Sonrada altındaki hediyelikçiden hoş hediyelikler aldık, en güzeli de kocacığımın beğenipte bir türlü kıyıp alamadığı şapkayı hem tam kafasının ölçüsünde hemde yarı fiyatına bu küçücük dükkanda bulup bayılarak alıverince ay çok hoşumuza gitti.
Neyse biz yokuşlardan inmeye devam ettik. Küçük bir ormanın içinden geçtikten sonra aaa bir baktık gemiden indiğimiz limandayız. Yani biz bulunduğumuz noktadan sadece dikine çıkmışız araba ile. Eeee ne yapacağız akşama kadar ? Limanda bir yığın gezi teknesi yolcularını indirmiş, var olan birkaç cafede hıncahınç dolu. Geri dönelim bari dedik. O sırada limana yanaşmış olan feribota koşarak bindik. Nereye gittiğini sormamıştık bile. Neyseki gitmek istediğimiz yandaki koyda bulunan köye gidiyordu, üstelik buradan binenlerden yol ücreti de alınmıyordu. E güzel...  Hava çok sıcaktı ve Turhan'ın keyifsizliği tüm şiddeti ile devam ediyordu. Yürüyüpte köyün içini dolaşmak istemedik, hemen marinanın yanındaki kayalara doğru yöneldik. Hem deniz kenarı hemde orman kenarı olduğundan burada serin serin oturabilecektik. Üstelik kayalar üstüste konmuş tabletler gibi düzlükler halinde olduğundan oturmak hatta yatmak bile mümkündü. Çocukluğumdan beri kayalardan denize girmeye bayılırım. Heybeliada'da ki Değirmenburnu kayalıkları en sevdiğim yerdi ve oraya su sporları klubü yapılınca o kadar nefret ettim ki anlatamam, belki de buraya üye olmayı kabul etmeyen birtek biz kalmışızdır. Az sonra teknesinden inip yüzmeye gelen yaşlı bir İspanyol çiftle tanışıp sohbete başlamıştık. Hangi millet olursa olsun insanların İstanbul ve Türkiye hayranlıklarını dinlemek ve hissetmek büyük bir gurur kaynağı oluyor bizim için. Bu gezinin en hoş anılarından biridir bu sohbetimiz.
Kayalardan denize girmek



Nıdri kasabası
 1-2 saat sonra karnımız acıkmaya başlayınca toparlanıp merkeze doğru yürümeye başladık ki geldiğimiz geminin koyun ortasında bir yere doğru yanaştığını gördük. "Evet Lefkada'ya gidiyor ama mümkün değil yetişemezsiniz" dediler. Taxi bakınıyoruz, o da yok. Yine bir panik hali yaşadık. Aslında akşama çok vardı da burada yapacak birşey yoktu, geri dönüş iyi olurdu. Birazdan buraya bedavaya bizi getiren gemi tam da bulunduğumuz noktaya yanaşınca yine sormadan etmeden atlayıverdik içine.  Nıdri'ye; Lefkada'nın güneyindeki merkeze gidiyormuş meğer. İyi dedik, oradan bir araçla otelimize dönebilirdik, öylede yaptık. Çok sıcak bir havada yarım saat bekledikten sonra gelen klima ile sepserin olmuş otobüse bindiğimizde kocaman bir oooh çektik.
Vasiliki Limanı


     Lefkada'nın merkezine arabamızı almak için döndük ve şimdiye kadar ki en lezzetli öğle yemeğimizi yedik, menü aynıydı ama lezzet fazlaydı. Gyros pita ve sprite cola.  Saat 15.30 ve otele dönmek için çok erken. Lefkada adasının en güney ucunu ve güneybatı sahilini gezmemiştik. Hadi oraları gezelim dedik, 1 gün daha bunun için kalmaya değmiyecekti. 
      Lefkada adasının güney ucunda yer alan Vasiliki bölgesi Kefalonya feribotlarının kalktığı bir başka bük limandı ve büyük bir koydu. Buranın özelliği de rüzgarı çok bol olduğundan Windsurf merkezi olmasıydı. Yine deniz bembeyaz köpükler ve rengarenk sörf yelkenleri ile kaplanmıştı. Bu ada çok sportmen bir ada; kuzeyi ayrı rüzgar, güneyi ayrı...  Yolumuza devam ettik. Batı kıyılarında birkaç plaj ve en güneyinde de Ducato Cape burnu vardı ancak haritaya göre buranın yolu bulunduğumuz noktaya göre çok tersti. Önce kuzeye doğru bayağı bir yol alıyorsun, sonra aynı noktadan dönüp başka bir yarımada boyunca güneye doğru ilerliyorsun tekrar. Biz karalıydık gidecektik, sevgili kocam kıpkırmızı bir burun ve çipil çipil gözlerle bakmasa daha da keyifli olacak ama neyse... Plajlara hiç girmedik bile, hepsi anayoldan 7-8 km. uzaklıkta idi, denize girmeye de niyetimiz olmadığından vakit kaybetmeye gerek yoktu. Biz Ducato Cape'e devam ettik. Burunlar hep ilginç gelmiştir bize. Yola devam  ettik etmesine lakin yol o kadar virajlı ve bitmek bilmeden uzayıp gidiyorduki yavaş yavaş bıkmaya da başlamıştık. Orman içinde hoş bir mesire yerinde meyvalı yoğurtlar yiyip (enfesti) dinlenirken öğrendik ki bu yol bu şekilde 15 km. daha devam edecekmiş. Bugün bizim için çok yorucu bir gün olmuştu gerçekten, üstelik havada az sonra kararmaya başlayacaktı ve pes ettik.
    Batı kıyıları boyunca Lefkada'ya doğru dönüşe geçtik. Bu kıyıların özelliği yamaçlar ve uçurumların çoğunlukta olması idi. Gün batışı avantajından dolayı yol boyunca tüm cafe ve tavernalar bu uçurumların kıyılarına yerleşmişti. İnsanlar akın akın güneşin batışını seyretmeye buralara geliyorlardı. Exantia adında yamaçta kurulmuş bir köyün içinden geçtik. Benim cin kocamın gözüne kartal yuvası gibi bir tesis çarptı ve arabayı ana yoldan çıkarıp dimdik bir yokuşa tırmandırdı. Böyle bir konumda güneş batırmak yakışırdı bize ama bu mekan da çok şık gözüküyordu. Günlerdir üzerimden çıkartmadığım deniz şortum, tişörtüm, tokyolarım ve darmadağınık saçlarımla bu mekana nasıl girecektim ki ? Amaaan bu ritüelde kaçmazdı yani, daldık içeri.. En faça masaya yerleştikten sonra etrafıma bakınınca hiçte endişelenecek bir durum olmadığını hayretle gördüm. Herkes biz gibi gözüküyor; plaj çantaları, mayoları, şortları, çoluk-çocuk, gürültü patırtı.. Çok tuhafıma gitti. İstanbul'da böyle bir konumda ve şıklıktaki bir mekanda gün batırıcaksın ha vay vay vay... Tüm gezimiz boyunca gözlemlediğim bir başka konu da buydu: İnsanların (yerli halk veya turist) oldukça rahat hareket etmesi, kıyafet ve davranışlarında özgürlük içinde olmaları, buna karşılık birbirlerine karşı da gayet saygılı davranıp  kimsenin kimseye eleştiren bakış veya konuşmalarla tacizkar davranışlar içinde bulunmamaları idi. Yani şöyle gözünüzün önüne getirin: Aynı mekanda yan yana masalardan birinde nişan veya benzeri bir kutlama içinde olan birbirinden şık hanımların beylerin oturduğunu ve diğerinde ise az önce denizden çıkmış ellerinde can simitleri vs ile çoluk çocuklu bir başka masa ve hiçkimse bir diğerine tuhaf bakmıyor. Valla biz Türküz, orada milleti inceleyip gırgır yapan tek çift bizdik ve çoook eğlendik. Sonuç olarak garsonun anlaşılmaz bakışları altında rakı (plomari), karpuz, ve peynir eşliğinde keyifle güneşi batırdık. Bir başka dikkat çekici nokta: Rakı veya uzo içeni hiç görmediğimiz gibi sipariş ettiğimizde de oldukça tuhaf karşılanıyor olması idi. Buralarda şarap tercih ediliyor. Neredeyiz biz, burası Yunanistan değil mi ?
  Akşam otelimize döndüğümüzde Dina kaç gündür beklediği oğlu gelmiş, onunla ilgilenirken bizi görünce gözleri parlayarak "Aaaah  Neredesiniiiiz, siz çok özledim" diyerek üzerimize atlayıp şapur şupur öpmeye başlayınca zor attık kendimizi odamıza.
 

3 Haziran 2012 Pazar

Yunanistan'ın Adriyatik Kıyıları


           20.07.2010    


       Saat tam 08.00 de Elena Pansiyondan ayrıldık. Dönüş biletlerimiz hazırdı, Aya Nikola limanından feribota binerek Kefalonya'nın Pesada limanına ineceğiz, oradan da Sami limanına devam ederek saat 17 .00 de Patras'a giden feribota yetişeceğiz. Bugünümüz yollarda geçeceğe benziyor, nerede mi kalacağız ? bilmeeem !
   Kahvaltıda börek yemeyi hemde "Taner Börek"ten sipariş verip yemeyi çok özlemiştik. Taner Börek tabiki de buralarda yoktu ancak başka börek veya poğaça satan yerler de yoktu, kafamıza da takılmış bir kere, yollar boyunca pür dikkat aranmamıza rağmen yok da yok. Bu arada 9.30 da kalkacak olan feribota da yetişmemiz gerekiyor. İçimizde ukte kalarak Aya Nikola limanına varıp feribotu beklemek üzere karşımıza ilk çıkan cafe'ye daldık. Aman Tanrım onlarda ne.. Belki 20 çeşit börek tezgaha dizilmiş bizi bekliyor, adanın tüm börekleri burada galiba. "Sen yeterki iste " demişler eskiler, iste ki olsun.
     Saat 11.00 de Kefalonya'nın Pesada limanına varmıştık. Şimdi önemli olan Patras'a dönüş biletimizin tarihini değiştirerek bugüne almaktı. Gezimizin başında nelerle karşılaşacağımızı bilmediğimizden feribot biletlerini gidiş-dönüş olarak aldığımızda "isabetli bir karar" diye düşünmüştük ancak alternatif yolların varlığını tespit edince güzergahımızı değiştirdik. Bir başka İonian adası olan Lefkada' ya gitmek için Kefalonya'dan feribota binmeyi planlamıştık. Meğerse Lefkada'nın anakarayla bağlantısı varmış, o zaman anakaradan araba ile yola devam edersek hem Yunanistan'ın Adriyatik kıyılarını gezmiş oluruz hem de 50-60 € tasarruf etmiş oluruz ki bu da oldukça önemli bir faktör oluyor. Kısacası Patras'a dönmemiz gerekiyor. Sami limanına gelir gelmez hemen Sprintizis acentasına daldık. Gemi biletleri satan 2 hatun ağızlarını açmış dalgın dalgın tv seyrediyorlardı, Türkçe konuşmaları duyunca kafayı kaldırıp baktık ki Binbir Gece dizisini izliyorlar hemde 2. baskı olarak. Bu sempatik sohbet sonunda bizim biletler hiç sorunsuz olarak değiştirildi ve bizde kocaman bir "oooh" çektik.
   Patras feribotu saat 17.00 de kalkacaktı yani 5 saatlik vaktimiz vardı ve denize girebilirdik. Artık Kefalonya'nın yabancısı değildik. İlk geldiğimiz gün dikkatimizi çeken ama bir türlü fırsat bulup gidemediğiz Aya Efimia yolu üzerindeki "Paraskevi" adlı tesise gittik. Ağaçların altındaki çimlere yayılabileceğiniz, 2 adım önündeki kristal gibi suya girebileceğiniz, duşunuzu alıp pikniğinizi yapabileceğiniz, pırıl pırıl, şahane bir dinlenme yeriydi. Üstelik 3,5 x2=7 € gibi komik bir para ödüyorsunuz. Şiddetle tavsiye edilir...

    




Köprüden geçti Akmanlar
 Saat 20.00 de Patras limanına yanaştık. Güneş henüz batmamış olduğundan yola devam etmeye karar verip  Astakos kasabasında gecelemeyi hedefledik. Korent kanalına alternatif olan ve hemen karşı kıyıdaki Messologhiou'ya bağlanan çok şık ve modern görünüşlü köprüden geçmek çok keyifliydi ama eğer köprü geçiş parasını başta alsalardı o kadar da keyiflenmezdik sanıyorum (12.20 € yuuh). Rio Antirio adındaki bu köprü 2 şehri birbirine bağlarken (Patras-Messologhiou )400 km.lik yolu 2 km. ye indirerek yaklaşık bir asırdır varolan hayalide gerçekleştirmiş olmuş.
Rio Antirio Köprüsü
       
      Güzel sakin yollarda sulu tarım alanlarını, tarlaları, dağları laylaylom gezerken havada kararmaya başlamıştı artık. Astakos sapağına girdiğimiz andan itibaren 20 km.lik yol boyunca toplam 5 veya 6 araca rastlamış olmamız, asfaltın gittikçe daralarak tarlaların arasında yol alır hale gelmesi, etrafta bir tek insanoğlunu dahi görmemiş olmamız bizi biraz germeye başlamıştı. Ne kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdi buraları ve biz akşam karanlığında ne menem bir yere gidiyorduk ki... Haliyle her türlü korku filmi senaryoları ve kahramanları espri konumuz olmuş kendi kendimizi eğlendiriyorduk ! Benim her zamanki gibi endişem geceyi nerede geçireceğimizdi. Ya burasıda Aya Nikola veya Pesada limanlarındaki gibi sadece gemilerin yanaştığı belki extradan birkaç cafenin olduğu ıssız bir limansa...
  Tepeden aşağı inerken ışıklar içindeki yerleşim alanını görünce " eh hiç olmazsa tenha değil" dedik.
        Astakos'ta sokaklar boş ve karanlıktı.  Sahildeki cafelerde oturan insanlar "bu yabancılarda kim?" dercesine tuhaf tuhaf bize bakıyorlardı. Bir otel tabelası gördük ama sokaklar o kadar dar ve anlaşılmazdı ki bulabilmek için aynı yerlere birkaç defa girip çıkmak zorunda kaldık. Tam ciyaklıyacakken bulduk. Otel Stratos. Başkada yok sanırım. Sıkı bir pazarlıkla gecesi 60 € dan 40 a indirerek içeri girdik. Ama ne otel...
   1960 lardan kalma otel mutlaka zamanının lüks ama günümüzde eski, küf kokulu, garip ve de sevimsiz bir oteli. İlk yapıldığında yerleşen eşyalar olduğu gibi bırakılmış, rengi kaçmış perdeler hiç değiştirilmemiş, kocaman tablolar, acaip aynalar, komodinler, tuhaf yerleştirilmiş heykeller, birbirini tutmayan eski püskü mobilyalar... Amaaan amma da söylendim, yatacak yer bulmuşuz işte daha ne ? 
     Saati 23.00 ü etmiştik bu arada. Biraz dolaşmaya çıktık. Sahil boyu dizilmiş cafe ve tavernalarda yöre halkı gecenin keyfini çıkarıyor, bizi de uzun uzun inceliyorlardı. Kısacası fazla dışa açık olmayan, kendi halinde, sakin sessiz bir kasaba izlenimi verdi bize. Herhalde yol boyu yarattığımız stres te beni etkilemişti ki daha fazla dolaşmak istemedim ve otele döndük. Turhan'da fazla birşey söylemiyordu ama benim gibi endişeli olacak ki kapılar sıkı sıkı kilitlendi, balkon kapıları pancurlarına varana kadar kilit kilit üstüne vuruldu, ilk defa olarak cüzdanlar yastık altına konuldu ve havasız karanlık bir odada sadece klima ile uyumaya çalışıldı. Tabi bütün bu yaptıklarımız kendi beynimizin bir oyunu ve kabahati idi. Çünküüü...






       21.07.2010   ASTAKOS


     Karanlık odada gözümüzü açtığımızda saat 9 u geçiyordu. Perdeleri pancurları açtıp balkona çıktık ve Amman Yarabbim... Nassıl güzel bir koydaydık. Gecenin ve ruhumuzun karanlığında görememişiz bu güzelliği.

   Anayolu biraz sapa düştüğünden turist akınına uğramamış çok sakin, huzur dolu, kendi doğallığını koruyabilmiş şirin bir balıkçı kasabası Astakos. Dar sokaklarında, küçük taş evlerin arasında dolanırken bir fırına rastladık ve dün tadı damağımızda kalan börekleri bulma umudu ile daldık içeri. Birbirinden nefis bir sürü çeşit alarak tekrar yola koyulduk. Sahil boyunca yolumuza devam ederken böreklerimizi yiyebileceğimiz uygun bir yerler bulurduk elbette.
  


  Hedef Lefkada adası idi. Yol boyunca önümüze çıkan tüm koylara ve köylere gire çıka gezerken Yunanistan'ın batı kıyılarınıda öğrenmiş oluyorduk. Bu bölgeler oldukça sakin, tenha daha az gelişmiş kırsal bölgelerdi. Sahiller boyunca dizilmiş balık çiftliklerinin çokluğuna şaşırdık kaldık. Yine bir sahil köyünden geçerken kilisenin önündeki çeşmeyi görünce durduk. Çok dikkatimi çeken bir başka konu bugüne kadarki tüm gezimiz boyunca yollarda çeşme, hayrat vb bir su kaynağına hiç rastlamamış olmamızdı. Yani yanınızda suyunuzu taşımıyorsanız yandınız demektir. Pekii bir Türk suyu görünce ne yapar? Yanına çömüp piknik yapar. Bizde öyle yaptık. Köyün meydanındaki kilisenin önündeki çeşmenin yanındaki ağacın altındaki banka oturup börekli kahvaltımızı yapıverdik.




4 Kasım 2011 Cuma

Zakynthos


       
           
            MASMAVİ BİR ADA


    
     16.07.2010      ZAKYNTHOS - ZANTE


   Feribot Kefalonya'nın güneyinde yer alan Zakynthos bir diğer adıyla Zante adasına doğru yaklaşırken kuzey kıyılarında yer alan mağaraları görünce heyecandan yerimizde duramadık. Ancak vakit akşama geliyordu. Bizse daha tecrübeliydik. Gemiden iner inmez oyalanmadan doğru adanın merkezine yollandık, malum yatacak yer yine belli değil ve gün bitmeden bu konu hallolmalı.
Mavi Mağaralar - Blue Caves
  Bu ada diğerlerinden oldukça farklı idi. Birincisi çok büyüktü, daha şehirleşmişti ve çok kalabalıktı. Adanın güneyine doğru ilerlerken yol boyunca hemen her virajda bir cafe veya dinlenme yeri bulabilirsiniz. Yükseltileri fazla değildi, dağlar genellikle batı kıyıları boyunca yer almıştı. Ada genellikle büyük düzlük ve ovalarla kaplıydı. Merkez diğer adalarda olduğu gibi anakaraya-Yunanistan'a bakan doğu kıyısında güneye doğru idi. Doğu kıyılarında kilometrelerce uzanan plajlar yer alıyordu, adeta Alanya, Altınoluk, Kumburgaz gibi kalabalık yanyana dizilmiş cafeler, dükkanlar, insanlar, cıstak müzikler...Hiç böyle bir manzara ile karşılaşmamıştık. Adanın merkezi daha da kocaman, gelişmiş, sanayileşmiş bir şehirdi. Grossmarketler, benzinciler, tamirciler.. Biraz bozulduk nedense ama burası da böyle bir yerdi ne yapalım.
Anna Maria Pansiyon
  Konaklama yeri konusundaki telaşıma karşılık kocacığım yine çok sakindi. Merkezde (buranın adı da Zakynthos) çok büyük bir liman vardı. Limanın sol yanından sahil boyunca ilerlerken karşımıza çıkan şık bir hotele fiyat araştırması için girdik. Oda fiyatı 75 € moralimizi düzeltti, demekki daha uygun bir oda bulabilecektik. Biraz daha ilerideki Elena Pansiyon 2. denememiz oldu. Süpeeeerr 30 €. Denize sıfır bir pansiyon. Ama ne yazık ki bu gece için yer yoktu. Bayan Elena endişe etmememizi söyledi ve bizi bir arkadaşının yerine götürdü. Tepede bir yerde ağaçların arasında yer alan Anna Maria'nın pansiyonuna varmak oldukça uzun sürdü ve Elena'nın bu kıyağına hayran kaldık. 2 sarı gacı: Elena ve Anna Maria, 2 ilginç tip. Elena çok candan, yardımsever, bıcır bıcır. Anna Maria ise darbeli belli, biraz durgun, kaçıkça, hafif sıyrık bir hali var ama bize çok güzel davrandı ve biz bu pansiyondan çoook memnun kaldık.




       17.07.2010      ZAKYNTHOS-ZANTE


  Kuş sesleri ile uyandık, yemyeşil bahçede serin serin kahvaltımızı yaptıktan sonra Elena'nın pansiyonuna geçmek için toparlanmaya başladık. Burası o kadar hoşumuza gitmişti ki etik olarak yanlış olmasaydı buradan hiç ayrılmazdık. Zaten Elena'da "odanız hazır" diyerek bizi uyardı ve "Belki 2 gün sonra gelip kalabiliriz " diyerek Anna Maria ve köpekleri Oscar ile uçan Blublu dan ayrıldık. Blublu habire 1 metre havaya yoyo topu gibi zıpzıp zıplayan uzun bacaklı, traşlı komik bir kanişti ve yıktı bizi gülmekten.
Elena Pansiyon ile deniz arasında dar bir yol geçiyordu sadece. Bize ayrılan oda çatı katında şirin bir odaydı fakat çok sıcaktı, klima olmasaydı zor kalırdık orada. Manzara ise şahaneydi, denize bakarak uyu ve uyan, çok lüks be.
 Çantaları olduğu gibi bırakıp hemen keşfe çıktık. Vakit öğle saatini geçtiğinden batı kıyısındaki plajları ve Shipwreck'i görmeye karar verdik. Shipwreck kelime anlamı sözlükte karaya oturmak, gemi enkazı şeklinde geçer kısaca karaya oturmuş gemi enkazı olarak bunu açıklayabiliriz ve bu manzarayı mutlaka ama mutlaka kuşbakışı görmeli ve görüntülemelisiniz.  Bu geminin hikayesi şöyle: 1981 yılında kaçak sigara ve içki taşıyan Panagiotis adlı gemi (iddiaya göre Türkiye'den İtalyan mafyası için hareket halindeydi) Yunan donanması tarafından takibe alındı. Fırtınalı bir havada gemi Navagio plajı denen bu küçük koyda karaya oturdu ve terkedildi. Bu olayı takibeden 4 yıl boyunca adada (ki o zaman ada nüfusu çok düşükmüş) hiçbir resmi içki ve sigara satılmamış.

Navagio Plajındaki gemi enkazı (shipwreck)


Shipwreck seyri bu terastan yapılıyor.

Ancak korkuluklara yapışarak bakabildim.
Navagio plajı ve shipwreck' e ulaşım sadece deniz yoluyla yapılmakta, biz bunu yarın yapmayı planladık. 






Merkezden 30-35 km araba ile yol aldıktan sonra vardığımız düzlük
Navagio Plajına dimdik inen kayaların oluşturduğu uçurumun tepesiydi. Uçurumun kenarındaki 1 m2 lik bir balkondan bu muhteşem manzarayı seyredebiliyorsunuz, çok dik ve yüksek olduğundan oldukça tehlikeli olan bu düzlüğün kenarlarına kısa duvarlarla setler çekilerek önlem alınmıştı. Gerçi o küçücük balkon da pek güvenli durmuyordu, 5 kişiden fazla kişinin girmemesi konusunda uyarı yazıları vardı. Shipwreck seyir tepesinin düzlüğünde köylüler zeytinyağı, şarap, kekik vb otlar, yöresel ürünlerle bezenmiş tezgahlarının başında turistleri memnun etmek için! sıralanmış, "gel gel, bak, al"  bağırışları ile insanı darlıyorlardı. Ama bu satıcılara sadece bu adada rastladık inanın. arabamızı hemen yanına park ettiğimiz konteynırdan içecek birşeyler almak için yanaştık. Konteynırın üstünde "Can Kebap" yazıyordu. İçerisinde kıpkırmızı suratlarla, bayık bayık gözlerle bakan, İngilizce bilmedikleri her hallerinden belli ki her sorumuza veya sözümüze "ne ne" (evet evet) diye kafa sallayıp gülen 2 tane tonton yüzlü adam oturuyordu. Tezgah altında sakladıkları plastik bardakdaki içecekleri renginden dolayı hemen falso vermişti. Biz Türküz yutarmıyız. Öğle saati ve rakı hee, onun için yüzler kırmızı bakışlar hülyalı...

Virginia ve Alexandra ile neşeli dakikalar
Shipwreck seyir tepesine gelirken içinden geçtiğimiz Agious Georgiou köyünün sakinleride yol boyu dizilmiş tezgahlarının başında ürünlerini sergiliyorlardı. Bir diğer tespitimizde Zakynthos adasının diğer adalara göre daha ucuz olması idi. Üstelik ilk elden alışverişte keyifli olurdu, bu nedenle dönüşte bu konuyu da değerlendirdik. Çok sevimli ana kızın işlettiği dükkandan neşeli bir alışveriş yaptık, üstelik babalarının yaptığı ve karısının adını verdiği Virginia Tsokula şarabıda hediyeleri oldu, sonuçtan herkes memnundu. Sevgiler Alexandra ve Virginia...


 Güneye doğru yolumuza devam ettik. İlk rastladığımız koy Limnionas Beach idi. Park yeri tepede olduğunda plajın sahil olup olmadığını göremiyorduk, şemsiye varmı, yaygı alalımmı tartışmalarından çıkan gerginlik bir çatırdama sesi ile dağıldı. Hediyeliklerden biri belkide ikisi kırılıvermiş, dönene kadar bakmıyacağız ne kırılmış diye, neyse sağlık olsun. Bu plaj karaya boynuz şeklinde girmiş uzuun ve daracık bir koydu. Sahil yoktu, kayalıktı ve kayaların boşluklarına beton atarak yol ve basamak yapılarak iniş sağlanmıştı. Yaygı serip uzanabileceğin düzlük çok azdı, şemsiye şansı hiç yoktu, ancak kayalar arasından çıkmış küçük ağaççıklar gölge sağlayabiliyordu. Fakaaat denizin rengi olağanüstü güzellikte idi. Ne yatmak ne yanmak istemezsiniz çünkü denizden çıkmak istemezsiniz. Karşı kıyıda yanyana dizilmiş irili ufaklı mağaraların hepsinden yeraltı suları geliyordu. Deniz suyu mağara ağızlarında soğuk, ortada serin kıyıda sıcak, insanda tuhaf hisler uyandıran farklı ısı derecelerinde olup tuzluluk oranıda oldukça düşüktü. Yeşim taşı rengindeki pırıl pırıl suda yüzmek beni çıldırttı. Hele ki mağaranın içine girip sonra sırtı üstü yatarak kendimi nehrin akıntısına bırakarak gelmem en büyük eğlencem oldu. Çok keyif aldık çok. Sonrasında tepedeki tavernada souvlaki, cacık, bira üstünede çok güleryüzlü ve misafirperver personelin meyva ikramı noktayı koydu, harika yaaa
Limnionas koyunun girişi
Karanın içine girmiş deniz nehir gibi gözüküyor





Mağaralardan denize buz gibi nehirler akıyor
İnsanın karnı bir acıkıyor ki



  
Porto Roxa Koyu


Salaş görünümlü ve konforlu

 Karnımız doyduktan sonra yolumuza devam ettik. Karşımıza çıkan 2. plaj  Porto Roxa oldu. Bu koyda aynı fiziksel özelliklere sahipti. Mağaralar pek yoktu ama yine kayalık bir sahil ve yine aynı güzellikte bir deniz. ağaçtan yapılmış atlama trampleni buradaki eğlencem oldu. Çook yüksekti, bütün gün burnumdaki suları boşalttım. Bu plajdaki tesis daha güzeldi. Sazlardan şemsiyeler, sunbedler ooooh gel keyfim gel, bütün günboyu burada çok keyif yapabilirsiniz. Saat 18.00 olmasına rağmen güneş tüm yakıcılığını sürdürüyordu.
   Beklediğimizin ötesinde geçen güzel bir günün sonunda market alışverişimizide yapıp pansiyona döndük. Ne zaman yedik ne zaman uyuduk hatırlamıyorum.




           


             18.07.2010     ZAKYNTHOS - ZANTE


Odamızdan güneşin doğuşu
    Bugünkü programımızda Shipwreck ile Blue Caves'ı yakından görmek vardı ve bunun için tekne ayarlamamız gerekiyordu. Erkenden kalktık, saat 9.00 olduğunda Agious Nikola'ya doğru yola çıkmıştık. İlk geldiğimiz gün Alykes kasabasından geçerken yol boyunca tekne gezisi ilanları gördüğümüzü hatırlayıp ani bir kararla Alykes'e saptık. Sora sora teknenin kalktığı iskeleyi bulduk, gezi için bekleyen gurubun arasına daldık. Sempatik tekneci genç; yuvarlak İngilizcesi ile birşeyler anlatıyordu. Sonradan ailesinin İzmit'li olduğunu, anneannesinin ona telefonda "yavriiuum gelsene burayaa" diye sitem ettiğini, en çok ince belli bardaktan Türk çayını içmeyi sevdiğini öğrendiğimiz bu sevimli delikanlı bize çok sıcak, samimi davrandı, hatta bindiğimiz teknenin kaptanına bizi emanet etmeyi de ihmal etmedi sağolsun..
   Teknemiz 40 kişilik "Zakynthos 2" adlı bir gezi teknesi idi. Çok güçlü olan 350x2 motoru ile bir bastı gaza, adeta uçuyoruz.

     Mavi mağaraların (Blue Caves) önünden süratle geçerek öncelikle Shipwreck'in bulunduğu Navagio Beach'e vardık. 
  Dün kuşbakışı zevkle seyrettiğimiz ve çok şiddetli bir şekilde atlama isteği duyduğumuz denizin güzelliğini, üzerinde seyir halinde iken çok farkedemiyorsunuz maalesef.
     45 dakikalık molada sanki sahne dekoru olarak konmuş hissi veren gemi enkazına girdik çıktık, pozlar verdik.  Ve tabii ki sonrasında bu şahane denizin keyfini doyasıya çıkardık. Kocaman tekneler gelipte sürüler halinde yolcularını indirmeye başlayınca bizimde vaktimiz artık dolmuştu ve oradan ayrıldık. Etkileyici bir sahildi. 3 tarafı yüksek dimdik uçurumla karadan girişi imkansız olan bu plaja gelebilmek için adam başı verilen 25 € gezi parası kesinlikle değer.

 Shipwreck'ten ayrıldıktan sonra meşhur mavi mağaralara Blue Caves'a giderek muhteşem güzellikteki deniz dibini görüntülemeye gayret ettik. Kaptanımızın bazıları daracık girişli olan mağaralara girmek için yaptığı marifetli manevralar bu geziyi daha da ilginç hale getirdi. Bu bölgede de denizin tadını çıkardıktan sonra öğle yemeği için bir sahil tavernasına getirildik. Yolcuların çoğu Sırp veya Arnavut turistlerdi. 2 Türk (Biz), 3 İngiliz, 3 Yunan gerisi Slav turistti. Yemek sırasında kaptan ve miçoyu masamıza davet ederek biraz sohbet ettik. Biraz Gerard Depardieu biraz Antonio Banderas benzeri sempatik kaptanımızın adı Dimitri idi ama biz ona Kaptan Fantastik adını taktık. Hele ki gelirken 700 beygirlik teknesi ile bize bir hız şovu yapıp uyuklayıp duran turistleri canlandırıp çığlıklar attırtmıştı ya ... Kaptanımıza göre bu teknelerin hepsi böyle güçlü motorlara sahip olmak zorundaydılar. Çünkü adanın batı kıyısında bulunan Shipwreck ve kuzey ucundaki Blue Caves'a gitmek için uzun bir yol katetmek gerekiyordu ve programı zamanında bitirmek önemliydi. Ancak dahada önemlisi deniz ve hava her zaman bu kadar sakin olmuyordu, genellikle fırtınalı, kuvvetli rüzgar ve kocaman dalgalarla ancak güçlü bir tekne başedebiliryormuş. Denizin ve rüzgarın ne kadar sert olduğu kıyıların oyuk oyuk olmasından belli oluyordu. Golden Dolphin Cruises adlı tur şirketinin sahibi olan Kaptan Dimitri ile bu geziyi yapmanızı öneririm.  




Sırplar. Arnavutlar, 3 İngiliz, 2 Türk
Blue Caves'ın önünde

                                                                                        
Kaptan" Fantastic"
       Tekne gezimiz saat saat 15.00 te sona erdi ancak gün devam ediyor.  Haritayı inceledik ve günün geri kalanını adanın güney ucundaki Keri kasabasında geçirmeye karar verdik. En kuzeyden en güneye doğru... Bu arada çok popüler olan Laganas sahilinide gezdik ama girmemiz ile çıkmamız bir oldu.  Pansiyoncu bayan Elena'nın da dediği gibi bu bölge İngiliz turistlerin çok rağbet ettiği oldukça kalabalık ve gürültülü bir sahildi. Dikkat çekici bir nokta da diğer adalarda İtalyan turistler çoğunlukta olmasına karşılık Zakynthos İngilizlerin  akın ettiği bir adadaydı. Sanırım adanın tarihi geçmişinde İngilizlerin yer alması ve adada bir İngiliz mezarlığının da bulunması biraz etkendi.  Keri'ye devam ettik. Daracık, küçük çakıllı bir sahildi ve Datça-Palamutbükünde bulunan adını hiçbir zaman hatırlıyamadığım ağaçlar bu sahilde de güzel gölgelikler oluşturmuşlardı. Burası da bir yaygı yeri bulamıyacağın kadar kalabalıktı ama daha az gürültülü idi. Bir yer bulduk ve horul horul uyuduk, inanılmaz bir durum. Arkamıza gelen gürültücü Almanlar olmasaydı daha da uyurduk. Akşam yemeğinden sonra Toranaga'nın aklı Laganas'ta kaldığından gidelim mi acaba diye düşündük durduk ama bir türlü gözümüz o yolu tekrar katetmeyi yemedi. Orada hayat gece yarısı başlıyor ya biz akşam 9.00 da yattık !  Gece 12.00 de kalkıp yine gitsekmi acaba diye mızırdanıp tekrar uyuduk, sabah uyandığımızda saat 9.00 olmuştu. Eveet biz yaşlanmışız meğer...                      



19.07.2010     ZAKYNTHOS-ZANTE

    Bugün artık yetişmemiz gereken bir program yok ve biz görmediğimiz kıyılara gidip plajlarda denize girmekten başka birşey düşünmüyoruz. Sanki farklı birşey yapıyormuşuz gibi. Hayat çook zor yanii !

      Adanın güneydoğu sahillerine doğru yola çıkmadan önce şehrin merkezindeki görkemli Aziz Dyonisos kilisesini gezmek istiyorduk. Zakynthos adasının koruyucusu olarak kabul edilen Aziz Dyonisos'un kemikleri bu kilisede saklanıyormuş. Tabiki bu Dyonisos'un şarap tanrısı Dyonisos'la bir ilgisi yok, ben öyle sanıp şaşırmıştım da.. Oldukça etkileyici olan  mabedi gezerken mihrabın sağındaki odacığa da girdik haliyle ve ortada kocaman gümüş bir lahit gördük. Foto-video çekimi yasak olduğundan Turhan sol köşeye  kuytuya çekildi ki lahtin fotoğrafını çekebilsin. Tam o sırada  sırtını dayadığı duvar açılıverdi. Her taraf resim ve aynalarla o kadar süslenmişti ki orada bir kapı olduğu asla belli olmuyordu ve içeriye simsiyahlar içinde papaz girdi. Biri lahtin bir başına diğeri öbür başına giderek sırtları bize dönük olarak dualar etmeye başladılar. Soldaki papazın çaprazında duruyordum ve cebinden usulca bir anahtar çıkarıp lahitte görünmeyen bir deliğe soktuğunu görünce pür dikkat kesildim. Diğeride aynı şeyi yapıyordu. O ana kadar ben, Turhan ve 2 papazdan başka kimse olmayan odacığa birden insanlar doluşmaya başladılar. Anahtarlar kilitlerde döndü, lahtin gümüş duvarları açıldı ve sırma işlemeli kırmızı kadifeden konik şeklindeki başlığı, sivri burunlu terlikleri ve elbisesi içinde Aziz Dyonisos sırıtarak bize "merhaba" dedi. Tüm bu şatafatlı giysiler bir iskeletin üzerinde çok ilginç gözüküyordu ama asıl ilginç olan yaşlı, genç, kadın, erkek insanların huşu içinde dualar ederek adamın her tarafını öpücüklere boğmaları idi. Tamamen tesadüfen bir seramoniye denk gelmiştik ve sadece biz aval aval bakıyorduk, foto çekimi de yalan olmuştu ne yazık ki. 10 dakika sonra aynı törenle lahit kapatıldı, millet dağıldı, bizde sahillere doğru yola koyulduk.
Laganas plajlarından biri
   Adanın doğu kıyıları alabildiğine sahil ve plaj. 15 km.lik sahiller bile var ve biz bu adada tam anlamıyla plaj manyağı olduk çıktık. En güneye Keri'nin tam karşısındaki buruna Laganas körfezinin doğu ucuna indik önce. Güney sahilleri deniz kaplumbağası türü olan Caretta Caretta ların üreme bölgeleri. 
Bu yüzden dikkatli davranıyorlar ve mutlaka uyarıyorlar ama halkın buralarda yüzmelerine de engel olmuyorlar. İnsanlar eğitimli ve bilinçli, uyarıları ciddiye alıyor ve saygılı davranıyorlar. Önce Türkiye bu konuda daha hassas, bu bölgelere yüzme yasağı koyar diye düşünmüştüm ama sonra bizim halkımızın yasakları hakettiğini düşünüp içim buruldu, eğitim şart eğitim.
 İlk durduğumuz plajda kum pudra inceliğinde, deniz metrelerce sığlık ve dolayısıyla sıcaktı, üstelik gölgeliklerde yetersiz olunca sıcaktan bunalan Toranagam hafiften çıldırdı. Bu arada ben sahil boyunca yürüyüşümü yaparken sahilin sonunda güneşlenen çırılçıplak yaşlı çifte fena irite oldum, fark eder etmez 180 derece çark edip geri dönüşüm de onları bayağı eğlendirmişti. Tövbe tövbee... Buradan çabuk ayrıldık.
    Yol boyu bütün plaj tabelalarına daldık. Hepsi aynı dizaynda: şemsiye, sunbed, kum, güneş.  Daha ne mi arıyoruz ?  Şımarıklık bu ya; ağaçlıklı, gölgelikli bir yer arıyoruz. Serinliği yakalamanın başka imkanı yok başka. Aslında benim kafamda Elena'nın "çok güzel, mutlaka gidin" diye birkaç kere tavsiye ettiği Daphni plajı vardı ama orası ters yönde olduğundan sona bırakmıştım. Bu durumda birde Daphni'yi deneyelim, olmazsa dün fosur fosur uyuduğumuz Keri'ye gideriz diye bir karar verdik.
      Daphni tabelasını gelirken yol boyunca 2 yerde görmüştüm. Biz ilk sapaktan daldık.Tabelada 2.6 km olduğu yazıyordu yani diğer yola göre daha kısa idi fakat yol korkunçtu. Bütün seyahatimiz boyunca ilk defa asfalt olmayan bir yola girmiştik. Toz toprak içinde kalmıştık ve üstelik ne ile karşılaşacağımızı da bilmiyorduk. Ama neyseki final güzeldi. Tüm tesisler, sunbedler, masalar ağaçların altına yerleşmişti. Anlıyacağınız tam kafamıza göre bir yerdi ve biz mutluyduk. Öğle yemeğimizi de burada yedik (biraz pahallı idi ama olsun değerdi), akşama kadar keyfimizi yaptık.
  Akşam saat 8 civarı otele geldik, giyindik, süslendik, kararlıyız, bu gece Laganas'a gideceğiz.




 Laganas cıvıl cıvıl...  Barlar, showlar, stripshowlar, barların kızları-oğlanları, şamata, gürültü patırtı... Kızlar genelde Sırp'tı. Çıplaklık derecesinde garip kıyafetlerle ortalık dolanırken avaz avaz şarkılar söyleyip konuşuyorlardı. Bir bağırış bir çağırış, pespayelik dizboyu.. Oturalımda birşeyler yerken veya içerken etrafıda seyredelim dedik ama o bile değmezdi. Birkaç küçük hatıra eşyalar alıp döndük. Laganas'ı görmedik demeyecektik. Meraklısı için güzel... Bütün gece ne aradık ve bulamadık dersiniz? Dondurma.  Bir yalamalık dondurma bile bulamadık yahu.
Gel Keyfim Gel

Geldiğimiz limandan döndük

     Yarın artık dönüşe geçicektik. Daha doğrusu diğer adalardan farklı olarak dikkat çekicek şekilde İngiliz etkisinde olan Zakynthos ( Zante ) adasından ayrılıyorduk.